ÇERKEZ AHMET…

ÇOK TA ŞEYETMEMEK LAZIM…

Bir güzel uyumuştu sabah namazından sonra. Yatağında doğruldu, sakalını sıvadı sağ eliyle, gözlerini kısarak baktı serkisoff saatine. Penceresinden sızan güneş yansıdı camından, göremedi ilk anda. Çevirdi baktı; dokuz sularıydı… “Bismillah” dedi, ağır ağır diklenirken. Şalvarını çekti çarpık bacaklarından sıyırarak, forodiko işliğinin üzerine… Doldurdu içine, atlet, gömlek, hırka ne varsa.. Sıkıca ilikleyip bağladı kemerini; belli belirsiz mırıldanarak, tıslayarak doğruldu.  Yabani elma ağacından özenerek yaptığı bastonunu aldı sol eline, yürüdü ağır ağır… Hep ağırdı ya, hareketleri ve ömrü böyleydi işte… Sakin, telaşesiz, gamsız…

“Hayat” dediğimiz koridordan yürüyüp, dış kapıya ulaştı birkaç nefeste. Sol odada asılı radyosunu açtı son ses. Sabah ajansları bitmek üzereydi. “Hava ve yol” durumunu veriyordu ve “Şebinkarahisar – Dereli Yol ayrımı yapım çalışmaları nedeniyle kapalı olup…” diye devam ederken TRT spikeri, üçüncü basamağı bulmuştu bile…

Arka odadan süt makinesinin çevrilme sesi geliyordu, inceden.  Hanife hala çoktan kalkmış, inekleri sağmış, yemlerini vermiş, ortalığı toparlamış ta sütle kaymağı birbirinden ayıran, yörenin ve dönemin en popüler makinesini kullanıyor, ha bire çeviriyordu saat yönünde…

Orta boylu, çelimsizdi Ahmet amca. Namı diğer Çerkez Ahmet… Sarı – beyaz arası sakalı özenle kesilmiş, yuvarlak yüzüyle kısık ve gülen gözleriyle sempatik bir dedeydi bildim bileli.. Şapka  fes arası bir şeydi kafasındaki, çok cepli yeleği, kareli oduncu gömleği ve arkadan pileli şalvarı, pek bi uyumluydu hani…

Ahıra indi merdivenlerden. Buğday doldurdu plastik kabına ve usulca açtı kümesin kapısını. Zaten gelişini hissetmişti “yavrilari”, bi hareketlilik olmuştu ya. Öylece biribirini ite kaka döküldü dışarı, tekmili birden. Birkaç Denizli horozu, birkaç hint horozu vardı rengarenk. Çokça da tavuğu vardı kimi benekli, kimi beyaz ferikler, ligorinler…

Kucakladı, sevdi, okşadı, nazladı, tuhaf sesler çıkartarak övdü onları. Her birini elledi, kiminin “guluk”undan kiminin ibiğinden kiminin kanadından öptü. İnceledi dövüşçü hint horozlarını. Yaralarını ilaçladı. Yemledi, besledi, dakikalarca çömelik vaziyette izledi onları, hayranlıkla. Denizli cinsi horozları arka arkaya yanık yanık öterek serenat yaptılar kendisine.

Çeşitli boyutlarda hint horozlarıysa göğüslerini gerip homurarak gösterilerini yaptılar, kendi eksenlerinde dönerek. Kırmızı anaç tavuğu 15 yavrusuyla sığındı kucağına…

Büyük keyif aldığı her halinden belliydi ki, Hanife halanın sesi duyuldu. Kahvaltıya buyur ediyordu zayıf kara kuru kadın… Son yemleri serpiştirdi, kucağındaki ferikleri tek tek öpüp bıraktı yere. Üstünü başını silkeledi. Bastonuna dayanarak bakındı tavuklarına şefkatle… Kümesten topladığı birkaç yumurtayı yem kabına koydu. Sonra berrak ve mavi gökyüzüne  baktı, kokladı havayı, ağır adımlarla tırmandı merdivenleri…

“Mükellef” bir sofra mıydı bekleyen?, tartışılır… Kavram izafi ama, tam da  Ahmet amcanın arzu ettiği menü vardı işte, daha ne olsundu…

İsten kararmış koca bir bakır tavada kuymak.. Tere yağı gölüydü resmen ve hala fokurdamaktaydı. Tuzlu aho peyniri, kaymak, haşlanmış yumurta, sıcağı üstünde nar gibi kızarmış mısır ekmeği, ekşi mayalı kara buğday ekmeği, birkaç zeytin, koca bir petek bal, ve pekmez, küçük bir tabakta akşamdan kalma hamsi ve çift musluklu çaydanlıkta yayla çayı…Yoğurt, ve sıcak süt birer kapta, iki de koca bardak…

Alelusul çalkadı ellerini sulukta, şalvarına silerken çömeldi yer sofrasına… Odun kaşığıyla girişti kuymağına, bala karıştırdı kaymağı bandırdı ekmeğini…  Bir ondan bir diğerinden iştahla yerken, horozlarını civcivlerini anlattı karısına. Kimini abarttı, kimini uydurdu hikayelerinin. Hanife hala, aşinaydı onun yalanlarına. Umursamadı, dinledi ama yorum da yapmadı. O kendi günlük planını düşünüyordu. Ot yapacaktı, değirmene gidecekti, cenazeye gidecekti, ineklerin hizmetini yapacaktı, sağacaktı, gübrelerini taşıyacak, altlarına yaprak serecekti. Vakit kalırsa Ayşe halayı ziyaret edecek, akşama kabak malezi, belki korgot çorbası yapacaktı… Dahası da vardı ya, sığar mıydı bu güne bilmiyordu… Aceleyle bitsin istiyordu kahvaltı, üstünkörü yıkayıp çıkayım diyordu… Ahmet amca bu planların hiç birinde yoktu nedense. Belki ot kesmede katkısı olurdu ya. Biraz oyalanır evin etrafında, bir iki mertek çakardı belki. Sonra camiye çıkar. Akranları varsa eğleşir, gırgır şamata geçerdi gün. Gençler varsa hele, daha bir keyifle hiç birinin inanmadığını bildiği eğlenceli uydurma hatıralarını anlatırdı…

Benim bildiğim son otuz yılı böyleydi Ahmet amcanın. Yazı da böyleydi kışı da… Horoz hikayeleri, zararsız yalanları ve kıpkırmızı tereyağına mısır ekmeğini bandırarak iştahla yediği kuymakları, yazları komda, yaylada, kışları köyde geçen 84 yıllık ömrün bir kesitini paylaştım sizinle…

O da yaşadı yani, altı çocuğu da oldu, kimi okudu kimi evlendi, kimi çocuk yaşta gurbete gitti ve hepsi de yaşadı hoş. Herkes bi hal oldu. Ne kariyer, ne araba ne gelecek kaygısı, ne bir lüks hevesi, ne gam ne kasavet.. O da yaşadı ve geçti bu dünyadan. İbadetini de yaptı usulünce, minimal hayatını da tamamladı vakti gelince…

Düşünüyorum da,  ömür dediğin sınırlı zaman, öyle de geçiyor böyle de…Yüksek ideallerin de yoksa kainatı kurtarmak adına, neden bu telaşe, neden bu hırs, bu kaygı. Döşeğin yaylı olsa ne, “hoşot” olsa ne…

Çok ta şeyetmemek lazım yani…

içine gönderilmiş