BİR PANDEMİ GÜNLÜĞÜ


Hafifçe araladı gözlerini genç adam. İyice aydınlanmıştı odası, saatine baktı “ooo..” dedi “hayli geç olmuş. Fırlayıp kalkmak istedi lakin, her yanı tutulmuştu. Gerildi, esnedi bir müddet. “Çok uyumuşum” dedi. Duvardaki saat durmuştu, etraf toz içindeydi ve oldukça havasızdı ortam. Perdeleri açtı, iki de pencere açtı karşılıklı. Hava mükemmeldi, içine çekti bol bol. “Ne güzel bir bahar günü” dedi ya, kafası karıştı; zira uyuduğunda bahar değildi sanki… Ufka baktı, birkaç ev dikkatini çekti, “fark etmemişim işte, dünya gailesinden” dedi kendi kendine… Banyoya girdi, Saçı sakalı uzamıştı, “tuhaf” dedi. Yıkandı, giyindi, birkaç koku sıktı üzerine. Buzdolabı tamtakırdı, “kahvaltımı dışarıda yapayım, akşama da bir şeyler alır gelirim” deyip çıktı…
Apartman harika kokuyordu, inanamadı… Arabasına seğirtti, korkunç tozlanmıştı. Şaşırdı, “gece toz yağmış” diye düşündü. Şehir merkezi ve pastaneler yakın sayılırdı, ağır ağır ilerledi. Yol boyunca olağan dışı şeyler gördü. Anlam veremedi. Trafikte yok denecek kadar az araç ve insan vardı. Oysa ne güzel bir hava, ne güzel bir atmosfer vardı. Asla ihmal etmezdi bu insanlar, bu havaları. Çoğu dükkân kapalıydı. Züppe kılıklı gençlerin, boyalı-süslü, hafifmeşrep kızların doluştuğu, aval aval oturup nargile çektiği kafeler bomboştu. Yol kenarında yan yana yürüyen birkaç genç gayet usturuplu sohbetteydiler… Çocuk yoktu ortalıkta, hayret. Bebe arabalarıyla gün boyu “meçhule” dolanan yarım tesettür hanımlar, çekirdek çitleyip beyhude gezen orta halli kadınlar yoktu ortalıkta. Gürültü yoktu, bağırıp çağırma, küfür günah yoktu… Sağda solda gezinen tek tük insan vardı ve gayet nezaketliydiler birbirlerine. Tanıdığı bir iş adamını gördü, telaşeyle yürüyordu lakin, bilindik kibrinden eser yoktu üzerinde. Selamlaştılar uzaktan, bir çırpıda onlarca dua döküldü ağzından iş adamının “Allaha emanet ol”, dedi mesela, olası şey değildi… Resmi daireler, bankalar, sakindi. Tertemizdi yollar, yol kenarları; ne bir çöp vardı, ne bir poşet. Şehir kolonya kokuyordu resmen. Çevre yolundan dolaştı; köylü de yoktu bağda bahçede, oysa rençperlik zamanıydı, ekim zamanıydı, çiçekler açmaktaydı oysa… Anlam veremedi, “var bir gariplik” dedi “ama dur bakalım”…
Arabasını park etti marketin önüne. Kimsecikler yoktu ne içerde, ne dışarıda. Karşıda avm bomboştu… Şu çılgınca alışveriş yapan, indirim kovalayan düşkünler neredeydi. Şu almaktan doymayan, vermeye kıyamayanlar neredeydi. Şu görmemişin çocukları, poşet poşet konfeksiyon doldurup arabasına, havalı gözlüklerini taktığında, ekin iti gibi gezen zengin müptezeller yoktu görünürde. Kahvaltılık bir şeyler aldı, zeytin, peynir ne varsa. Raflar boşalmıştı, ne kampanya ne insört gördü ortalıkta. Gayet mütevazi bir market havasındaydı; her zaman alışveriş yaptığı mekan değildi sanki… Kasiyer kız eldiveniyle, maskesiyle aldı parayı. “Çok güzel” dedi adam, çıkarken. Çok güzel şeyler oluyor, lakin anlamakta güçlük çekiyorum. Bir gecede neler olmuş bu şehirde…
Ekmek aldı fırından,ekmek poşetteydi; bi kaç meyve manavdan, manav eldivenliydi, maskeliydi. Herkes hijyenine azami dikkat ediyor, herkes nezaketli davranıyordu…
Saffet amcayı gördü uzaktan, çoktandır görmemişti ya, seğirtti, elini öpmek istedi. İrkildi Hacı Saffet, iteledi “uzak dur” dedi. Sarılmak istedi tekrar hamle yaptı; kaçtı hacı Saffet, yürüdü öte yana… Uzaktan biri seslendi ihtiyara : “Hacı eve, haydi eve”… Anlam veremedi; kırıldı, üzüldü doğrusu… Her zaman gittiği kıraathane vardı şuracıkta. Sıcacık simidini, gravyer peynirle, Ali abisinin tavşankanı çayına katık yapıp afiyetle yemeyi istedi canı. Camiye yakındı ya kıraathane, oradan da öğlen namazına geçerim diye düşündü.
Yaklaştığında fark etti ki, kapı önünde aylak aylak dikilip, sağa sola boş boş bakıp sigarasını tellendiren ihtiyarlar yoktu civarda. Hoş kaldırımlarda da ne bir izmarit vardı, ne fütursuzca boca edilmiş balgam görmedi çok şükür. Kıraathane kapalıydı ve ne bir not vardı camda, ne de ne zaman açılacağına dair bir emare. “Tuhaf” dedi, “gerçekten tuhaf”. Film sahnesi gibiydi ortam. Ezan sesiyle kendine geldi, geri döndü ve camiye doğru yöneldi. Her zamanki koşuşturan cemaati aradı gözleri. “Ulu Cami bu, vakit namazında bile yer bulunmaz” dedi içinden, adımlarını sıklaştırdı. Ayakkabılarını çıkartıp girdiğinde, ezan bitmek üzereydi. Oturdu. Yalnızdı, yapayalnızdı hem. Sünneti kıldı, bekledi, bekledi.. Gelen giden yoktu, imam bile… Ezan merkezden okunmuştu belli ki. İçi burkuldu, “bir şeyler oluyor ama…” dedi. Boğazı düğümlendi, gözleri doldu. Neden sonra iki kişi geldi ayrı ayrı, uzaklarda namaza durdular…
Cami avlusundaki oturma yerleri bantlanmış, şeritler çekilmişti üzerlerine. “Tadilat vardır” diye düşündü, önemsemedi. Yol boyu polisler gördü, yüzlerinde hasta maskesi, ellerinde sağlık eldiveni vardı. Hijyene bağladı, “yeni emniyet müdürü, pek titizmiş” dedi içinden. Arabasına bindi tekrar, yolu uzatmak istedi bakınarak ilerledi etrafına… Okullar kapalıydı, etüt merkezleri, dershane önleri, top sahaları bomboştu, “Nerde bu gençler yahu” dedi. Koskoca devlet hastanesinin önünde tek tük araç vardı, acilin önünde iki orta yaşlı adam. “Yok artık” dedi “bu kadarı gerçekten imkansız”, “bizim insanımız tıksırsa soluğu burada alır yahu, hıncahınç dolu olur burası yirmi dört saat be. Nerde bu müzmin hastalık hastaları, şu şımarık, şu psikopat, şu ehli keyf hastalar, şu her fırsatta bir hemşirenin, bir doktorun ümüğünü sıkan patavatsızlar”…
Ağaçlar bir başka canlı geldi gözüne, toprak daha koyu, çimenler daha yeşildi. Hava daha bir temiz, hayvanlar endişesiz, huzurlu geldi gözüne…
Eve geldiğinde, farklı bir âlemden gelmiş gibi hissetti kendini. Uzandı kanepesine gözlerini kapattı, bir süre öylece kaldı. Zihninde tekrar yaşadı bu gün gördüklerini. Garipti her şey, resetlenmekte gibiydi dünya. Ya da tekrar başlatılıyordu yeni program, yeni versiyonuyla bir yazılım yüklenmekteydi…
Televizyonu açtı. Sıradan bir yarışma programı vardı bir kanalda, diğerinde yemek programı, bir diğerinde Kemal Sunal filmi… Zap yaparken dikkatini çekti nihayet; alt yazı geçiyordu. “Bu gün itibari ile ölü sayısı 2020, entübe hasta sayısı yirmi iki bin… Alelacele haber kanallarından birine geçti. Bir kaç profesör vardı ekranda ve hararetle, dünyanın bir salgınla mücadelesinden bahsediyorlardı. Dronlarla çekilmiş görüntüler yansıyordu ekrana;, yol kenarları, kaldırımlar, tarlalar, evlerin balkonları cesetlerle doluydu. Aralarında yürümekte zorlanan birkaç görevli, sokaklarda serum ve cihaz takılı insanlar vardı, kendi halinde. Amerika, İngiltere Çin, İtalya, İspanya’dan görüntülerle, dehşetin büyüklüğü aktarılıyordu. Ölen devlet başkanlarını, kralları, meşhurları sayıyorlardı isim isim…
“Ülkemiz, Sağlık Bakanlığımızın üstün gayretleri ve halkımızın duyarlılığı sayesinde, en az zayiat ve en hafif bulaşı ile pandemi sürecini yönetmekte… diyordu sunucu… Afalladı. “Ne gün, ne vakit, ne ara.. ve ben nerdeydim ki” dedi. Şarja takılı telefonunu aldı, takvimine baktı önce; gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Şaşkındı, çünkü en son hatırladığı tarih, tam bir yıl öncesiydi. Bir kitap almıştı son gece ve faturasıyla birlikte masanın üzerideydi kitap. Yüzlerce cevapsız arama, binlerce mesaj vardı telefonunda. Kimi arayacağını bilemedi, kime ne diyecek, ne soracaktı bilemedi…
“Çok şükür”, dedi, “elhamdülillah” diyebildi… Sokuldu yatağına, çekti yorganını; sicim gibi akıyordu gözyaşları istemsiz, ellemedi…
Film şeridi gibi geçiyordu gözü önünden yaptıkları, yapamadıkları, sahip oldukları, arzu ettikleri, kıymetini bilemedikleri, hayalleri, şükürsüzlükleri, günahları, sevapları… hızla aktı her şey. Halden hale girdi duyguları, üzüldü, sevindi, ümitlendi, pişman oldu, tövbekâr oldu, minnettar oldu, aciz oldu, zayıf oldu, miskin oldu, buruldu, gururlandı, kibirlendi, şefkati coştu, yüreği dağlandı, buğzetti, affetti, sevdi, sevgi dilendi, özledi… Ah, özledi…
Tekrar uyandığında, her şeyin eskisi gibi olacağını ümit etti, yumdu gözlerini…
y.ş.y ( yedinisan ikibinyirmi )

içine gönderilmiş