CARANBULA

Bir eksay çiviti, bardan çuvalına koyup sıkıca bağladı annem… Sabah iyice aydınlanmıştı ve baharın son demlerine isabet eden berrak bir havada tembihleyip yolculuyordu beni. Günlerden cumartesiydi. Kondualtı pazarı her zamanki keşmekeşine bürünmeden, biran evvel gitmeliydim; önce çivitleri satmalıydım şişurukçi Kasım enişteye, sonra itinayla yazdırdığı siparişlerini almalıydım anamın…

Yaşım sekiz miydi, on muydu, yoksa on yedi mi?… Ne fark ederdi haddizatında, ben her yaşımda yirmilerimdeydim zira…

Sırtıma yükledi çuvalımı, nasırlı elleriyle okşadı yanaklarımı “Hadi uşağum çabuk çabuk gitta gel, göreyim seni. Allaha emanetsun” deyip yolcu etti alelacele. Mereğin arkasından hızla yürürken Celal’e seslendim gelirse diye. Hazırdı sanki, fırladı dışarı, “Bekle az, geluyirum” dedi… İki dakika sonra yarım eksay çuvalıyla belirdi kapıda, üzerine taze yayıktan tereyağı sürülmüş uzunca bir komat ekmek vardı elinde. İki ısırık aldı hızlıca. Hep aceleciydi bana nispetle, fırlayıp önüme geçti. Bir yandan konuşuyor, bir yandan yürüyordu önümsıra. Köhi tarafından fındık dalları arasından yürüdük. Birinci çeşme kuruydu, içini kolaçan ettik hızlıca; abimin sakladığı sigaraları yokladık. Her seferinde tek tük olurdu ya, kalmamıştı zulasında bu sefer. Irmaktan geçince hemen, Hasan ustanın kabak asmaları sarkıyordu bahçe duvarlarından. Hamucara en çok bu kabanlarda olur, kohlil zamanı kohlil ayrıca…. Vaktimiz yoktu amma kavilleştik en kısa zamanda iyi havada hamucara, yağmurlu günde kohlil toplamasına.

Hızla devam ettik. Yolun hemen altındaydı evi  Zebira amcanın; tahtaboşta oturmuş, gazocağını pompalıyordu. Selam verdik usulüne uygun; hayır duayla selametledi bizi…

“Eminustanın yokuşu” derdik bu yola. Tahta arabalarımızla saatlerce oynadığımız tek tehlikeli mecraydı burası. Tek tük araç geçerdi ya o vakitler, yayla zamanı nispeten bir trafik olurdu işte… Kürdonun, Gurgurun, Sivri Dursunun, Çerkez Yaşarın, Laz Bayram(Erkişi)ın, Mahyenin Alinin kamyonlarını sesinden bilirdik. Nadirdi otobüs yahut minibüs. Ham hayaldi ya, şimdi gelse üstten aşağı, marguris Hüseyin, Abokam Ahmet (Rüzgar Ahmet) veyahut Haşomat, ya da 56 model cipiyle Mecidoğli; dursa yanımızda usulca, “atlayın çocuklar” dese…

Olmadı böyle bir şey işte, devam ettik… Abdülaziz, önümüzden yürüyordu yaylanarak. Siyah kaşe paltosu sırtındaydı, ihtimal piştofu da belinde… Söylene söylene bakınıyordu etrafına… Biraz saf,  biraz deli, belki de veliydi kim bilir. İyi de görmezdi gözleri. Yufka yürekliydi, zararsızdı bilirdik amma, yine de korkuyla karışık selamımızı verdik ve yürüdük yanından hızlıca… Dekavut, ağır ağır yürüyordu değnekleriyle, yetiştik; iki kesik bacağına montajlı ahşap protezleri mekanik sesler çıkartmaktaydı. Saygıyla hüzün arası nazarlar ilettik, selamımızla birlikte…

“Körhara”nın evinin arkasından geçerken, bakracı elinde Fadime hala belirdi kapıda, gülümsedi bize tanıdık görmüş gibi. Enerjisi, şefkati yansımaktaydı çehresine; merhamet vücut bulmuştu küçücük cüssesinde… ( “Körhara”ydı lakabı Hasan beyin, duvar ustasıydı.  Vaktin birinde, çerkez Adnan, Selağanın Hasan ve ben, yol kenarındaki dut ağacına çıkmıştık ta, (söylemesi ayıp) ufak bir hırsızlık yapıyorduk açıkçası.. Biz ağaçtaydık, o ise vakitsiz paydos etmişti işinden. Velhasıl yakalandık kendisine. Lakin ufak bir dalgınlığında kaçtık elinden; ben yol boyunca, diğerleri ağaçtan atlayıp ırmağa doğru, firar ettik… Okul çantalarımız kalmıştı, ağacın dibinde. Çantalarımızı alıp söylene söylene girmişti evine, bizse saatlerce beklemiştik orada, korkuyla, üzüntüyle… Neden sonra Fadime Hala gördü bizi. Niçin beklediğimizi anlattık, ağlamaklı halimizle. Dinledi, o da üzüldü doğrusu. Gitti,  birkaç dakika sonra çantalarımızla geri döndü sessizce; dualar, nasihatler edip uğurladı bizi. O gün bu gün, minnetle karışık bir güzel muhabbetim vardır ona…)

“Oturacaklar”a yaklaşmıştık ki, Deli Hüseyin dikildi yokuşta. Kukuletası başında, göbeğine kadar çekilmiş şalvarıyla heykel gibi durdu yolun ortasında. Bir şeyler söylendi bize bakarak, kimini anladık, kimiyse kendine bile muamma… Gözümüz ellerindeydi; başparmağını kıvırıp, ağzına sokup ısırması, ciddi tehlike göstergesiydi zira. Huysuz günündeyse, palas pandıras peşinden koşar, eline ne geçirebilirse fırlatırdı ardından… Yapmadı öyle, sadece gülümsedi bize. Rahatladık lakin yine de sıklaştı adımlarımız her ihtimale karşı…

Büyük kayanın altından geçtik;  kayada lağum faaliyeti devam etmekte, Marko Ahmet, Kumuşoğun Hilmi, küfür günah çalışmaktaydılar yol kenarında… Çotoronun evinin etrafı pir paktı her zamanki gibi. Güneş ise mesepet kayalarından aşmaktaydı…

Kırk küsür basamağın solunda bir garip mezarlık vardı, Kondualtı girişinde. Feryozun terzi dükkânı önünde keşanlı kadınlar bekleşmekteydi, her pazar zamanı olduğu gibi. Burada dururdu kadınlar, öyle uluorta girmezdi kalabalığın arasına mecbur kalmadıkça… Haftanın muhasebesi ve haber akışı burada olurdu kadınlar arasında. Eş ya da çocuklarının, siparişleri tamamlayıp sepetlerine yüklemesiyle nihayet bulurdu haftalık alışveriş ritüeli…

Birkaç teyze tanıdı bizi, sevdi nazladı azıcık; anamıza selam söylediler. Hürmetle, tazimle, mahcup ahvalimizle serenat yapıp ayrıldık yanlarından… Feryoz amcanın sigarası tükenmek üzereydi dudağında. Külü düştü düşecek halde gözüne gözüne tütmekteydi. Duman gelen gözü kısık, kalın mercekli gözlükleri altından bakarak, bir gayret kesip biçmekteydi duraksız…

Şenocağın binası vardı sağda, devrin en görkemlisiydi. Belediye başkanıymış, hayal meyal bilirim; hayırhah bir zatmış merhum. Solda Kasparın dükkanı vardı. Ahmet amca, fötr şapkası başında, sakin sakin düzen çekmekteydi küçük dükkânına.  Gazyağından buzak yemine, tuzundan bulguruna ne ararsan vardı amma yine de sade, sakin bir mekândı burası. Bitişiğinde kalaycı Mehmet Büyük, üst tüste koyduğu onlarca siparişi yetiştirme gayretindeydi; hararetle parlatmaktaydı bir bir bakır kapları…  

Hacıhemitlerin hanlarından başlayıp, holo hanlarına kadar uzanan iki-üç kilometrelik bir güzergâhtı Kondualtı; nice hikâyelerin, nice hatıranın arşiviydi bu belde…  Of tarafından gelen Ulusoy otobüsü, henüz girmekteydi nahiyeye… Karşı fırından Harun Güvelinin meşhur yağlı pidesinin rayihası sarmaktaydı etrafı. Yanında Cansız Mehmet Ağanın demirci dükkânı, bitişiğinde Ahmet Cansızın Oteli ve Abokamın işlettiği kıraathanesi. Abokam amcanın çayı da hizmeti de meşhurdu da, yüksek sesle pazarlamaktaydı tavşankanı çayını…

– “Abokam hizmet, çay10 paraaa!!!”…

Az ileride, dereye nazır inşa edilmişti mezbaha; taze kesilmiş bir hayvanı yarısından bölüp omuzlamış iki kişi, telaşeyle taşımaktaydı Harun ATALAY’ın kasap dükkanına..  Mehmet Mutlu’nun marangozhanesinin bitişiğindeydi kasap dükkânı, yanında Ömer AKIN… İyi duymazdı kulakları Ömer amcanın, sağır Ömer derlerdi o yüzden… Omo’yu oradan alacaktım, çayı ve şekeri oradan; bir kalofka kibrit ve bir çift te çislavet anama… Veresiye defteri önünde, öylece otururdu masasında; sürümü olan her şeyi uzanıp alabileceği mesafeye kurgulamıştı. Minimum enerjiyle, tüm haftanın ticaretini gerçekleştirirdi zahar..  İğne iplikten don lastiğine, zahireden deterjana dönemin A101iydi hilafsız..

Ateşin kahvesi önünde hararetli bir tartışma vardı, Turgut Cansız, Pala Hasan, Çerkez Hikmet, Kaspar Enver birkaç delikanlı daha, dün geceki horonda çıkan kavganın muhasebesindeydiler. Karşıda tenekeci Firiş hoca (Hafız Yusuf), yanında tuzcu Aslan, hummalı alışveriş halindeydiler… Padişah’ın şen kahkahası ısıtıyordu çarşıyı…

Yürüdük, oyalanmadık.  Bir an evvel satıp çivitlerimizi, yol boyu planladığımız etkinliklerimizi yapacaktık. İskarpin üretirdi Ali Kemal Usta, çocuklarıyla beraber. Mest eden deri kokusu, yapıştırıcısıyla birlikte geldi burnumuza, “ohhh, misss” deyip çektik içimize, gülüştük. Aynı hizada Kolsuz İslam’ın kitapçı dükkânı ve küçük bir çay ocağı… Hızla geçtik önlerinden. Nazım Aytekin’in ve Molakibar Yakup’un Manifatura dükkânları bitişikti, ayrı bir rayihası vardı kifayetsiz. Kadir Cansız, merceği gözünde saat tamirindeydi, hem kahve hem de çay ocağı olan bu yerde…

Nihayet ulaştık ta, fırlattık omuzumuzdaki yükü dükkanın girişindeki kantar terazinin yanına.. Kulaksız Dursun derlerdi büyükler, bizse Şişurukçi Kasım enişte… Yağ, peynir, fasulye, mısır, fındık, salyangoz, deri, her çeşit zahire, alır – satarlardı burada. Buzağı, koyun, keçi gibi hayvanların mide ve bağırsaklarını şişirip asarlar, kuruturlardı; maya yapımında kullanılırmış, duyardık…  

İtinayla tarttı çuvallarımızı, hızlıca hesap etti facit makinesiyle. “Yirmiyedibuçuk” benimki, “yirmiiki” Celal’inki tuttu. Şalvarının cebinden çıkarttığı tomarlardan ağır ağır ayıkladı payımıza düşeni ve boşalttığı çuvallarımızla birlikte takdim etti bize. Ne güldü, ne sevdi, ne başka laf etmedi; garip bir ciddiyet vardı suratında…

Çabucak bir plan yaptık Celal’imle. Pazarın başına kadar bir tur atacaktık hızlıca, analarımızın tembihlediği siparişleri alacaktık sonra. Ömer Akın’ın dükkânında duracaktı çuvallarımız. Sonra okul bahçesinde top oynardık uygunsa, ya da dereye iner, değirmenin karşısında yüzerdik belki… Benimse aklım, Çaykaralı kitapçıdaydı. Teksas, tommiks, zagor, mandrake, zembla, tom braks… Geçen haftadan hasret ve merak içerisindeydim yeni sayılarına. Reşat Nuri, favorimdi ayrıca; esasen hayal dünyamın mimarlarıydı her biri…

Yola koyulduk, hızlı bakışlar atarak yürüdük kalabalığın içinde.   Mahmut Çıkrık’ın lokantasından kesif bir kavrulmuş soğan kokusu yayılmaktaydı, öğlen hazırlığıydı ihtimal.  “Dava vekili Kenan Akbulut” yazıyordu sıradaki dükkânın tabelasında, dilimize dolanırdı da, ne demekmiş bilemezdik doğrusu. İsmail Ekşi, türlü muziplikler yapardı duyardık; meraklılarıyla yine doluydu ayakkabıcı dükkânı. Yanında terzi Ahmet Çamlı, sonra bembeyaz sakallarıyla camcı Molla Muhammet; dükkânlarının önünde sohbetteydiler.    Dursun Dizdar’ın meşhur cipi perişan haldeydi ve bir kesif nişadır kokusu yayılmaktaydı dükkanından… Az ilerde berber Mustafa Atalay, işini görmekteydi ciddiyetle.  Taşhanlı  Kukul Hafuz’sa, toptancı dükkanında gofret kutularını istiflemekteydi. Hüseyin Dereli’nin marangozhanesinden çekiç sesleri yükseliyordu. Lokantacı Yakup Atalay,  tekel bayisi İsaoğlu  Hafus, bitişik dükkanlardaydılar..Şöyle bir bakınıp geçtik her birine…

Haci Şerif oğlun dükkanından sarı kurabiye aldık, birer tane de jelatin ambalajlı şemsiye çikolata.. Her türlü gıda maddesi vardı dükkânda, camcılık ta yapıyordu ayrıca… PTT vardı İpekçilerin bitişiğinde, sonrasında İsaoğlu manifatura…

Yukarı doğru Terzi Cemal, Sobacı Kadir,  terzi Necati (Güveli), az ileride Molaseyit’in lokantası, ardında Bekçi Ali Osman’ın hırdavat ve hurda dükkanı, Kaptanın zahire dükkanı, yanında Gurgurun kahvesi, karşısında görkemli Ofis binası, kiremit fırını, balcıların kuyumcu ve manifatura dükkanı, zahireci Cevahir Beğen ve Nahiye Müdürünün evi vardı bitişiğinde.

Dönelim dedim Celalê, karşı dükkânları izleye izleye, inceleye inceleye yürüdük… Okulun merdivenlerine kadar solumuzda boş bir arsa ve küçük bir çeşme, sonra Tuzcu Yunus Genç, Holo’dan bir kalaycı-bakırcı, bitişiğinde bir ayakkabıcı, yanında Aşık Yaşar’ın radyo tamir dükkanı vardı. Sonra bir ayakkabıcı ve Balcıoğlu Fırın sıralıydı…

“Her öğlen yaptığımızı yapalım” düşündük, bir refleksle daldık içeriye. “İki çeyrek ekmek, arasına helva koy” dedik hevesle. Tanıdığımız, bildiğimiz en büyük lezzetti bu; iştahla sıkıştırıp sıkıştırıp yerken ekmeğimizi, mermer tezgahın üstüne fırlattığım 50 kuruşu çoktan kasasına koymuştu Hüseyin abi…

Kılıf Yakup un binası ile Şenocağın binasının arasındaki merdivenlerden çıkardık okulumuza. Altta Berber İslam hummalı bir çalışma içerisindeydi… Şaban Pay kantariye ve her şeyin satıldığı Düzenli (market) bakkaliyesi vardı tüm cazibesiyle. Sonra Kancanın nalbur dükkanı ve Ferhat Kumaş… Ah Ferhat Kumaş.. Bir hışımla doluştuk içeri, hep kalabalıktı… Gofretler, tabanca kurabiyeler, şemsiye çikolatalar, “TipiTip” sakızları, birer mantar tabancası, bolca mantar(mermi niyetine), iki de (toz oraletten kendi üretimi) “Ankara Kola”sından aldık… Kuçuk Ömer’in fırınından yağlı pide beklemekteydi insanlar; o ise kırmızı yanaklarından süzülen terini mendiliyle siliyor, bir yandan siparişleri verip parasını alıyordu hızlıca… Sokak pek kalabalıktı, kimler yoktu ki… Kamil emice, her zamanki yalanlarını dinletiyordu gençlere, labloşun İbrahim, hemencesi omuzunda beden diliyle korku salıyordu çevresine. Kahraman dayı, Gavur hafuz, görünce içimin kaynadığı dedelerimdi. Ellerinden öptüm, tanıdı harçlık verdiler 25er kuruş…  

Kara bir steyşın reno duruyordu karakolun önünde. Görkemli bahçesini görmek için merdivenlerden çıkmak gerekiyordu. Devlet o binadaydı, hükümet o binada. Adliye, nüfus, jandarma, tapu, hepsi oradaydı… Caddeye bakan balkonundan şiirler okunurdu bayramlarda, törenlerse önünde yapılırmış eskiden…

Cami inşaatı yeni başlamıştı, inşaatın bitiminde küçük bir Zahameyalı bakkal. Köprünün ayağındaydı Ulusoy yazıhanesi, bitişiğinde Handemoğlu kırtasiye, nalbur ve bilumum züccaciye… Devamında  her türlü gıda maddesinin satıldığı Mustafa Türk’ün bakkalı, sonra Aydoğan lokantası vardı meşhur…

Hayli vaktimizi almıştı başladığımız yere dönüşümüz… Hızlıca Ömer Akınının dükkânına girdik; alelacele siparişleri hazırlattık. Kese kâğıtlarına, filelere ve nihayet hasır çuvalımıza koyup ödemelerini de yaptık. Kapı girişine koyarken nevalemizi, birkaç saat sonra teslim alacağımızı hatırlattık yüksek sesle…

Ben Çaykaralı kitapçıya, Celal ise okul bahçesinde kurulmakta olan top oyununa meylettik… Ezan okunmak üzereydi, ayrıldık; işimiz bittiğinde o beni nerede bulacağını biliyordu, ben de onu…

Selam verdim amcaya, yanaştım tezgâhına.” Aleykümselam” dedi, soğuk… Tanıyordu beni ya, hoşlanıyor muydu her hafta uğrayıp saatlerce kitapları incelememden, yoksa sinir mi oluyordu bilemedim. Hep bir tedirginliğim vardı ama kitapların kokusu, yazılmışlara merakım, resimleri, kitap kapaklarındaki gizem hep oraya çekiyordu beni. Daimi, sadakatli fakat çulsuz müşterisiydim adamın, doğrusu bu…

Tezgâhın önünü kapatmadan çömeldim. Göz ucuyla bakınca yenilerini anlıyordum kitapların. Tek tek topladım yanıma her birinden.. Hızlıca okuyor, kimini ayırıyor, kimini yerine koyup tekrar bir yenisini alıyordum tezgâhtan. Dakikalar, saatler geçmişti ve ben çaktırmadan üç dört kitap bitirmiştim, kaymağını alarak… Dayanamadı kitapçı amca, “hadi oğlum, al bir tane hediyem olsun, al da git artık” deyiverdi sonunda… Mahcup oldum, ezildim, bu defa param da vardı üstelik. Hediyesine hayır demedim, birkaç kitabı da ekleyip parasını vererek ayrıldım oradan…

İkindi vakti çoktan geçmişti. Okulun bahçesine çıktım bir çırpıda, oyun tüm iddiasıyla devam etmekteydi. Kondu – torhandoz maçıymış, iddialıymış; bekledim… Nihayet ufak bir münakaşa ve kavgayla, berabere durumdayken tatil oldu maç ve hızlıca yola koyulduk…

Ağırdı yükümüz, yorgun ve keyifsizdik. Çarşıya inmesi hoştu da, altı kilometre yokuşu yürüyerek çıkmak pek öyle değildi işte…

Oturacaklarda dinlendik, şahsi alışverişimizin bir kısmını tükettik burada; 8 desenli peynirli poğaçalarımızı yedik afiyetle… Önce acı acı çakal ulumaları geldi karşı koruklardan, sonra akşam ezanı okunmaya başladı. Yola revan olduk telaşeyle, “kesmandan gitmeli… Torhandoz kıranından, Tahir ağanın evinin altından girip, kaminaltından çıkmalı eve” dedim. Öyle de yaptık, hızlı yürüdük lakin hava karardı iyice. Alışkın olduğumuz şeydi bu gerçi ya yine de korkuya kapıldık ırmak boyunca, dermanımız da kalmamıştı üstelik.. Bağıra çağıra, türkü söyleyerek ilerliyorduk ve etrafta tek ışık kaynağı caranbulalar vardı. Kimi cılız, kimi kendine göre kuvvetli ziyasıyla aydınlatmaya çalışıyor, cesaret veriyorlardı. Kaminaltı yolunda refakat ettiler bize kendi cirimlerince…

Yıllar sonra bu gün bir ateş böceği (caranbula) düştü yoluma; çok zayıftı ateşi, tükenmekteydi ışığı, son caranbulaydı belki, kim bilir?…

Elime aldım, sevdim, okşadım özlemle, minnetle. Eski bir dost gibiydi, çoktandır görmediğim; hüzünlüydü duruşu, kırgın ve bitkin haldeydi. Tuttu elimden, zamanda bir yolculuk yaptırdı, o günkü refakatiyle…

Maziden numune bir günümde yolu kesişenler gibi, çekildi dünyamızdan caranbula/lar…

Gidenlere rahmet ola…

Yusuf Şevki YÜCEL

(otuzbirocakikibinyirmibir)

içine gönderilmiş