AYŞE HALA

“Yaşamaktan yoruldum uşağum…”
Babaannem, namı diğer Ayşe Hala… Bir asır üzerinden üç beş yıl eksik ömrünün sonlarında, bu cümleyi sarf ederdi çoğu kere… Neresinden başlamalıyım bilemiyorum ya, önce hasretimi ve fatihamı göndereyim ruh-u tayyibesine… Siz de öyle yapıp okuyun lütfen…


Dedem, Yusuf Şevki El Ofi oğlu, Nakşi şeyhi ve alim Hacı Ali efendi’nin zevcesi, Cansız oğullarından Paşa efendinin kızı Ayşe… 1900 lü yıllar… Allahu âlem 1908 yılında Cansızoğullarından Paşa efendinin konağında dünyaya geldi…


Kendi anlatımıyla: “Dedenuz Ali efendi, 25 li yaşlarında namı pek çok yere ulaşmiş, ilmi ve kerametleriyle maruf bir zat; akça siması ve nurlu yüzüyle pek çok ailenin damat yapmak istediği tüm özellikleri biriktirmiş, ağırbaşlı, vakur ve yaşinun onlarca kati olgunluk ve saygınlıkta bir genç idi. Yusuf Şevki Efendinin oğlu olmasi hasebiyle, ayri bir teveccüh ve itibar da görür idi. Öyle ki, köyde onun lafı üzerine laf söylenmezdi. Kararları isabetli, tespit ve teşhisleri genellikle doğru ve yol gösterici idi. Yetim büyümüş idi Ali efendi. Çocukluğunda ve erken gençliğinde eniştesi Holayisa köyünden Alim zat Hacı Ferşat Efendiden ders ve icazet almış, Kurtuluş savaşında seferberlik vaktinde abisi Molla Ahmet’in peşinden Samsun’a giderek uzun zaman orada kalmiş, Samsun’da ve İstanbul’da Nakşibendi tarikat halifelerinden dersler alarak kendisini yetiştirmiş bir zat idi. (Merhum cennet mekan dedem Hacı Ali Galip efendi hakkında daha detaylı yazımız olacak inşallah). Kendisine, komşuların maharetli ve çalışkan kızlarına görücü gitmeyi teklif etmişlerdi de, hiç birine onay vermemişti dedenuz… Nitekim bir gün Lüvela tarafindan siyah bir at sırtında köye inerken, tam bizum paşa efendi konağımıza yaklaştıklarında atı durmuş; dehleyince de şaha kalkmış. Tekrar dehlemiş, at yürümemiş. Bu durum birkaç kez tekrar edince, dedenuz “benum nasibum bu evdedur” deyip yanındakilere fikrini söylemiş. Hemen araştırma içerisine girup babama ulaştiler. Paşa babam, annem, Kahraman ağabeyum, erkek kardeşum Rustem ve ablam Fadime, memnuniyetle rıza gösterip onaylayınca 19 yaşımda bu eve gelin geldim…
Hacefendiler derler bu sülaleye. Ev beyuk, arazi çok, gelenin gidenin, yatılı misafirun haddi hesabi yok. Evun içinde beyuk dedenuzden kalma kütüphane ve dershane var; dedenuz gündüzleri burada ders okutur, akşamları da beyuk kalabalıklarla hatm-i hâcegân, sohbet ve zikirler yapılurdi. Dedenizde Allah vergisi ayrı bir keramet var idi ki, hastalıklarına şifa arayanlar uzaktan yakından ona gelurdiler. Kimi 3 gün, kimi beş gün, kimi bir ay kalır, rahmetli de onlara ilaç yapar, günlerce okuyup dua ile şifa verirdi… Yekün bu kalabaluğun, yemeğini, yatağını, hizmet ve ikramlarını kusursuz yerine getururduk. Buradaki evun içinde su kuyusu var ki, iki mahalle suyunu buradan alır, yaz kış akşama kadar buradan su taşırdi. Ahırda ineklerin hızmeti, evde çeluk çecuğun, külfetun hizmeti, musafirlerun hizmeti mukim olacak. Köyde ev var, mezerede ev var, komda ev var, yeylada var; her birinun çekup çevirilmesi lazim. Tarlalar yapilacak, çayirlar kesilecek, kışluk odun, alaf, yaprak yapilacak… Dedenuz yılın bir bölümüni burada, büyük bir bölümüni de Suluova’da geçirurdi. Oraya gittuğunde ya kızlardan biri veya birkaçı, ya da ben de onunla birlikte oraya taşınurdum. Orada da ayni telaşe, ayni hengame, ayni külfet… Oyle bir ömür işte…


Birisi doğmadan, ikincisi de doğduktan sonra, iki bebeğumi kaybettum… Rebbum sonradan sirayla verdi çok şükür ama, hiç aklumdan çikmazler, hala yanarum ölenleri… Seller senesinde (1929) Süleyman doğdi. Oyle güzel oyle vecahetli bir çecuk idi ki, ya da bana oyle gelurdi bilmem ama kıyamazdum bakmağa; o da çok hastaluklara çok nazarlara uğradi ama çok şükür yaşadi… Sonra Zahide, Celal, İbrahim, Emine ve Zehra doğdi sirayla… Rebbume nihayetsuz şukurler olsun, hiç biri utandurmadi bizi. Her biri ahlakli, terbiyeli, munevver evlatlar oldiler. Çecuklari da hanumlari da hiç biri mahcup etmedi bizi… Soyumuzun asaleti onlara da, onlarun evlatlarina da sirayet etti çok şükür. Çok netameli, eziyetli, furtunali ömrümuz oldi, uşaklarum da adamum da kızlarum da çok çektuk ama, rebbume nihayetsuz şukürler olsun ki çekemeyeceğum dert vermedi. Torunlarumi da, onların çocuklarini da görmeyi nasip etti bana. Bundan daha beyuk nimet olur mi?. Yaşamaktan yoruldum, elmekten da korkayirum ama, en çok ta, “sizi daha göremeyeceğum” o merak veruyi bana…”


Babaannemi, ismiyle müsemma Ayşe Halayı anlatayım size… İnce uzun parmakları vardı, şöyle hafif te bükülü… Zayıftı, ince uzundu boyu ve genç kadın edasıyla yürürdü; yaşına rağmen kamburu yoktu mesela.. Yüzü çok tatlı ve masumdu; hep güleçti evet, sımsıcak gülerdi her zaman. Çiçekli fistanları çok severdi, renkli olsun çiçekleri, ille de kırmızı olsun isterdi. Bir yeşil, bir gri, bir tane de siyah hırkası vardı sırtına giydiği. Onunla yatar onunla kalkardı. Beyaz kalın pazen kumaştandı, beyazdı ve pek tabi çiçekliydi pijaması. Ayağından yün çorabı, üstüne mesleri eksik olmazdı ve hiçbir şeyden korkmazdı üşümekten korktuğu kadar … Yeşile çalan ela gözleri vardı, dedemin de öyleydi ya renkli gözlü bir torun bile üremedi onlardan niyeyse… Akıllı ve zeki bir kadındı, müthiş gözlemci ve analist sayılırdı doğrusu. İnsan ilişkileri, etkili iletişim ve durum tespitleriyle duayen sayılırdı ciddi manada. Anlatacağım örneklerini… Öpüşleri yürekten, sarılmaları canındandı… Övülmesi gerekeni över, yerilmesi gerekeni yererdi, yüzüne karşı. Lafını da esirgemezdi ama, kırıp dökmeden siyasetiyle yapardı bunu… Önce kendini överdi, bu hususta alçak gönüllü olamazdı zira. “Benum gibi kariii” diye başlayıp karşıdakine geçebilirdi aniden. “Ama sen da benum gibi titizsun, göreyirum” derdi mesela. “Ben bitaneyidum da geldum geçtum” sık sık hatırlattığı husustu çevresine…
Ayşe Hala, süpürgesiyle bütünleşmişti sanki; evi, evin etrafını, o yanki kapiyi, bu yanki kapiyi, ahır altlarini, süpürür, süpürür, süpürürdü de kendi yetişemediği durumlarda : “Ekız süpurun kapilari, şimdi gelur musafirler” der; her daim bir misafir beklentisiyle etrafı tedirgin etmeyi becerirdi… Farklı bir otoritesi vardı doğrusu, şöyle bir bakışıyla misafire sofra kurulması gerektiğini, başka bir işaretiyle de ayran getirilmesi gerektiğini anlatırdı ahvaliyle. Ortamda o varsa öncelikle ve özellikle kızlar, sırasıyla gelinler nasıl oturacağını bilemezdi. Her an teyakkuzda olmalıydılar… Erkekleri ayrı bir severdi; erkek çocukları, torunları onun için ayrıcalıklıydı her daim. Yemeğin en iyisini onlar yemeliydi, hizmete de onlar layıktı onun mantalitesinde.. “E kız, yemeğun eyisini erkeklere ayirun” der uyarırdı ev halkını. Hangi saatte gelirse gelsin bir sofra donattırırdı evin erkeğine/erkeklerine… Esasen herhangi bir misafir, hatta yoldan geçen biri Ayşe halanın ikramından sebeplenmeden geçemezdi. Gelip uğrayıp halini hatırını soran herkese bir hediyesi olmalıydı illa. Çantasına bir şey koyardı ziyaretçisinin mutlaka. Ya bir armut, ya bir elma, bir poşet fındık, ne bileyim işte ne varsa… Zahide halam en çok nasiplenirdi bu ikramlarından; bir iki paket sana yağı, bir paket çay ne bulursa vermeliydi giderken… Gelene ikram, gidene yolluk veya hediye düşkünüydü nenem.. “Üzerindeki kıyafeti beğendim” dese biri, çıkartır verirdi ısrarla. Eli açıktı, cömertti, öyle ki kendisine ait bir bavula sığacak kadar eşyası vardı öldüğünde. Birkaç çiçekli etek, iki çiçekli fistan, birkaç hırka, bir iki kareli kalın baş örtüsü, oyalı beyaz yazması, bir iki pijama, uzun yolculuklarda giydiği siyah çarşafı, hüviyetini ve birkaç kuruşunu sakladığı küçük bir cüzdan, kuşağından eksik etmediği iğneliği, elinden düşürmediği tespihi vardı işte, o kadar…


Tasarruf düşkünüydü, bir düğmeye, bir çiviye kıyamazdı doğrusu. Gece erken uyurdu da sık sık uyanır, “parali işklan durursunuz ayakta, bedava işikta uyursunuz” diye azarlardı bir güzel. Ocağın üstünde kaynayan çaydanlığa “Ekız soyundurun haunun altini, kaynar, kaynar, kaynar…hiç gören yok ne bileyim, habu adam (baba için) nasil batmaz…” Dakikalardır pişen kuymağa : “Yeter ander kapatun altini, kemukleri mi var mubareğun” diye tepki verir, en çok ta açık televizyona kızardı. “E kız o televizyon vazifelimidur, kimse bakmazkan da çalişur, çalişur bi amele da yaramaz. Nasi ceryan harcar haberunuz var mi?..” ya da: “O gözlere kurşun dökilecek, o cehennem kütuklerine bakarsunuz, hiç korkmazsunuz” deyip te iki yönlü uyarırdı…


Genel olarak kadınlara kızardı ya, hele genç kızları inceler, elekten geçirir, uyarırdı uygun lisanla… Kiloluysa: “e kız o vaziyetun nedur, gelinluk kız çok yemez”, Tembelse, oturuyorsa: “e kız tava sapi gibi oturursun, biraz çavrayişli ol”, “ekız oyle işkilitkakalitra (yabani mantar) gibi durma”, veya “e kız kalk bira yüru bari, pağos ettun. Daha yürüyemeyecesun”. Öylece ayakta duruyor, dikiliyorsa: “ekız öyle totro gibi durma, biraz abiko ol.” Hele bir genç kızdan ümidini kesmişse, “ey gidi kimun ocağini p.k edecek habu kiz” deyiverirdi yüzüne… Birine çok kızgınsa, en üst perdeden: “E kaybana, anan seni doğuracağina bi kürek p.k s.çsayidi keşke” deyiverirdi…”E kremul”, “e değermen oluği”, “e hale supurgesi”, “tuu yüzune, lavol yesun seni” kızgınken en çok kullandığı metaforlarıydı…
Özellikle süpürge elindeyken notunu verirdi, gelinlik kızın, ya da gelinin. “E kız çok güzel süpurdun maşallah. Ben bir kadunun notini süpürmeğinden verurum. O süpürgeyi nasil tutayi, ne tarafinlan süpuruyi, ohalinun tersine mi, odanun tersine mi süpuruyi ona bakarum. E kiz benum gibi bulamam ama sen da bağa yakinsun. Benum kupami sağa vereceğum” deyip onore eder, çok beğendiği kız çocuklarını, “e çilanşorli, e micibilli, e şimbil, e mimbil, alifinoza gelin vereceğum seni” diyerek severdi… Notunu verdiklerini kendine ait tek cümleyle de ifade ederdi. “Yook ekiz çok fehimsuz o” veya “Anostaz etmeyi kafasi” en acımasız teşhisi de “ya yudurun p.ki” olurdu…


İlk karşılaşma anında elini kaşlarına yanaştırır “ya bakayim seni, kimsun, kimunsun” diyerek konuya girer, tanıdıksa, “Kurban olayim seni verene e yavriiiim” deyip kucaklar, bir güzel hararetle öper, annesini babasını öve öve sever öylece sohebeti koyulaştırır ki, ne ara bu raddeye geldiğine inanamazsınız. Öyle enteresan sorular sorar ki kişiye özel, öyle can alıcı, kapı aralayıcılar kullanır ki konuşurken; dökülürsünüz, ne derdiniz varsa, ne yaşıyorsanız… Değme iletişimcilerin rahatlatamadığı bünyeniz babaannemin yarım saatlik sohbet seansında pamuk olur. Yıllar sonra karşılaştığınızda tekrar, aynı soruların cevaplarıyla muhatap olmanın şokuyla hayran kalırsınız hafızasına. “E yavrim o halanun kızında sedef hastaluği çikmiş idi, nasil oldi eyileşti mi” gibi bir detay örneğin, ya da ufak kizuni Yenteye kocaya vereceğidunuz. Gitti mi, kaç çecuği oldi…” gibi enteresan konuları vardı merak ettiği…


Sağ kulağı kaşındığında, şiddetine göre “muhkem yağmur gelecek” sol kulağı kaşındığında “e kiz hava açacak, çayirlari serun” şeklinde şaşmayan hava durum tespitleri olurdu ya, binde bir de olsa yanıldığında “benum kulağum Suluova’yi da çeker, ihtimal orda yağdi” der, asla geri adım atmazdı. “E kız dudağum titreyi, biri yemekluk hediye geturecek zahar” dediyse o hediye gelirdi bir şekilde…


Kendini övmeyi pek severdi ya, çok ta nazar aldığını düşünür ifade ederdi. “Ekız bişe oldi bağa, nazarli bişe yedum herhalde”, “Ekız bira okuyun beni, eluyurum. Nazar döğasi okuyun bağa”…


Sabah erken kalkardı babannem, istisnasız her sabah sağ kapıyı açar, bir süre bakınır dualar okur, namaz vaktine kadar. Sonrasında yine aynı ritüeli tamamlar hava aydınlanıncaya kadar uyumazdı ve bu durumu “Bu vakitlarda rızık dağitulur, bereket dağitulur, rahmet ve sıhhat dağitulur. Melekler ayık adamlari arar onlara teslim eder dönerler. Habu saatlerde açun kapinuzi, alun size gönderileni, bu saatlarda uyumayun.” Diye nasihat eder tembihlerdi bizi. Hakikaten de tecrübe etmişimdir ki, ne zaman o saatlerde aynı şeyleri yapsam günüm bereketli kendim de zinde olurum. Hatta işim de rast gider yani…


Kendi çapında veciz sözleri vardı ki üzerine kitap yazılır. “Çalişurkan aposkaluna bakacasun, yoksa şeytan uşendurur seni” Aposkal kelimesi: Planlanmış olduğun işin bir parçası, el an yapmakta olduğun işlem olarak tercüme edilebilir. Mevcut işine odaklan diyor yani, bütünü düşünürsen üşenebilirsin, yılgınlık gelebilir diyordu kısaca… “Habu kadunlar olmasa erkeklerun hiç biri cehenneme gitmezdi” ayrı bir bakış açısıydı mesela  “kaç sevaptan, kurtul günahtan” derdi.. “Fukara benzemayun, fukara çok harcar, zengin dikkat eder harcamaz”… Dedem bir gün “Kitapta okudum kocasina hürmet etmeyen kadun cenneti zor görür diyor” demişti de babaannem lafı gediğine koyup güldürmüştü hepimizi. “He o kitaplarun hepisini erkekler yazdi hoş. Başka ne deyeceğidi.” Birkaç kendi çapında takva kadın ziyaretine gelmişti bir gün. Mevzu açılıp ta, kadınlardan biri “Şer’an, bir erkek hanımına şu işi yap, bu işi yap diye emredemez. Hatta kadın çocuğunu dahi emzirmek zorunda değil” deyince Babaannem “Huh ne dersunuz e kız, dünyanun en beyuk alimini almişum, demek o sizun okuduğunuz kitaplar Hacefendinun eline hiç geçmedi hemi” deyip iğnelemişti cahilliklerini… Babam ve iki amcam Samsun’da aynı günde aynı doktora fıtık ameliyatı olmuştu vaktin birinde. Ameliyatı yapan doktorla tanışıp teşekkür etmek istedi babaannem. Yanına götürdüler. Doktor beyi bir güzel onure edip havaya soktuktan sonra dedi ki : “E yavrim, uşaklarumi ameliyat ettun sağluklarina kavuşturdun bana dünyayi bağişladun. Ben şimdi gelurkan düşündum buna ne hediye götüreyim diye. Dedum dünyayi bağişlayan adama ne getursem ondan beyuk olmayacak. Gel ben seni bir öpeyim da dua edeyim sana. Allah sana imrenduğun ne varsa versun. Benum veremeduğumi ancak o verebilur”.. Doktor o kadar memnun kaldı ki bu durumdan. “Yahu nene, ben hayatımda ne bundan daha güzel hediye ne de senden daha güzel de ilmi siyaseti becerebileni görmedim” deyip elini öptü, duasını aldı…


“Yerum elurum, yemem elurum” diye şikayet ederdi , fiili olarak ta az ve tek çeşit yemek yerdi doğrusu. En çok ta sütlacı severdi. Sık sık anneme: “E kız Heyriye bira sütli yap” der, pişirip koyduğu küçük kaselerden “sutli”sini alır alır yerdi acıktıkça… Baş ağrıları meşhurdu, bir de kalp çarpıntıları. Hap içmezdi çoğunlukla ama öyle müzmin bir rahatsızlığı da olmadı. 90 lı yaşlarında katarakt ameliyatı oldu ya, bu iyi mi oldu kötümü oldu bilemedik. 🙂 daha önce görmediklerini görür olunca daha çok dert eder, daha çok karışır oldu çünkü…


Mahallenin Ayşe Halasıydı ki, hiçbir komşu şikayetçi değildi ondan. Avlumuz genişti ve ekşali mahallemizin çocukları noksansız, torhandoz, mangana mahalleleri teklifsiz o avluda oyun oynar eğlenirdi. Bizden önce de öyleydi, sonra da öyle oldu hep. Kıran kırana maçlar, kaçmakale, yakan top, mile, çelik çomak, kıtala… yüz türlü oyun burada organize olurdu. Bağırıp çağırmayla, neşe ve gürültüyle kimi zaman evin içine sirayet ederdi de, bir tek çocuğun kalbini kırmamıştı Ayşe Hala’ları…


Ah babaannem… Asaletli kadın…Sol kapıda oturup bakla ayıkladığın hallerin gözüm önünde. Gülsume hala, Güllü hala, Çerkez Hanife hala, firiş Hanife yenge akıldanelerin, dert ortakların, fısır fısır sohbet ettiğin ahretliğin, anneannem naif ve zarif Fatma hatun gözüm önümde… Gülümseyişin, hasretle, hararetle öpüşlerin, “ayın 20’sinde gideceğim” deyince dizini döve döve gün sayışların, ayrılırken hıçkıra hıçkıra ağlayışların, “ben şimdi ne yapacağum, daha göremeyeceğum seni, aha da kabana dayandum” deyişlerin, Ali ağam, Ahmet ağam, Yusuf ağam deyip deyip sevişlerin, gözüm önünde. Babama aşk ile bakışların, hacefendi deyip sitayişle bahsedişlerin gözüm önümde. Namaz kılarken yüksek sesle okuyuşların, bu arada etrafı kolaçan edip ses tonunu yükseltip alçaltarak duruma müdahil oluşlarının sevimliliği gözüm önünde…


Ah babaannem… Asil ve şerefli kadın.. 2003 yılı eylül ayı başında ayrılırken her ayrılıştaki cümlelerini kurup hiçkırıklarına boğulmuştun ve “Bu son uşağum, daha görüşemezuk hakkunuzi helal edun” deyip sarılmış ağlaşmıştık. Yanaklarımız ıslanmıştı hatırlıyorum, öpmekten mi göz yaşından mı?… Duyduğumuz o ki “yine Azrail örseledi beni” dediğin gibi olmuş, banyoda düşüp kalça kemiğin kırılmıştı. Ya da tam tersiydi yaşın gereği; kalça kemiğin kırılıp düşmüştün yürürken… Kemik hastanesinde acı ve ızdırap içinde olduğunu söylemiştin telefonda. Hamd ile şükür ile… Bir küçük serçe gibi aniden can verişini anlattı yanındakiler, 3 ekimdi… Çok sevdiklerin, adını dilinden düşürmediğin, kızların torunların, Ayşe, Emine Zehraların vardı yanında son nefesinde…


İyi ki bizimdin ve ne mutlu bize ki, gördük yaşadık okuduk seni…
Ne güzel bir neneydin, ne güzel bir Ayşe Hala’ydın sen…
Kendi övdüğün gibi “bir taneydin, geldun da geçtun” sen…


Yüce Rabbin rahmeti ve merhameti üzerinde olsun, öte dünyada, mukim cennetinde hemhal eylesin bizi, dünya gözüyle gördüğün ve görmediğin aile efradınla beraber inşallah…

içine gönderilmiş