HERKESİN BİR KARINCASI VAR

Zamanın birinde, ömür boyu hapse mahkûm olmuş bir mazlum “kader mahkumu”… Anlatamamış suçsuzluğunu… Üstelik sakıncalı mahkûm saymışlar da, tek kişilik bir hücreye koymuşlar garibi… Yalnızca gökyüzünü görebileceği penceresi, ince, hasır bir yatağı, kırık bir lavabosu, dökülmüş sıvası, solmuş boyası ile hepi topu 6 metrekarelik bir oda… Kalın ve paslı demir kapısında küçük gözleme penceresi, alt kısmında ise yalnızca yemek kabının sığdığı kapı içinde kapı… Öğün vakti açıldığında, ona birkaç kaşık yemek ve kuru bir parça somun ekmeği ikram ederken aslında; dışarıda, her şeye rağmen devam eden hayatın varlığını anlatan, tek bir emareydi o küçücük kapı…

Günler birbirini kovaladı… Kovaladı kovalamasına da, dakikalar gün gibiydi, günlerse asır… “Konuşacak, tek bir kelam edecek arkadaşım olsa, ben anlatsam o dinlese, o anlatsa ben dinlesem, vız gelirdi mahpusluk” diyordu garip… Mahpusluk çekilirdi de, yalnızlık tahammül edilecek gibi değildi…  Ne günlerin farkındaydı ne ayların…

Tükendiğini düşündüğü bir günde, kapı altından uzatılan tabağın kenarında telaşeyle gezinen küçücük bir karınca gördü. Gözlerine inanamadı… Yıllar sonra odasına giren tek özel misafiriydi o. Ne büyük lütuftu, ne büyük nimetti o… Haykırdı, ağladı, zıpladı, sevindi garip… Sarılabilse,  bir öpebilse sarılıp öpecekti titrek bacaklarından…

Küçük bir kavanoza yerleştirdi karıncasını. Adını “MASUM” koydu. Kendi yemeğinden kendi suyundan verdi ona ve konuştu onunla… Konuştu, konuştu, konuştu… En yakın dostuna anlatır gibi anlattı ona eski günlerini, sırlarını, gelecekle ilgili planlarını…

Günlerin akış hızı değişti artık; aylar seneler gerçek manada kovaladı birbirini.  Sular seller gibi…

Tam 17 yıl olmuştu “Masum”la buluşmaları. O anlatmış Masum dinlemişti yıllarca…

Bir sabah, “Günaydın” diyen cılız bir sesle uyandı. Kendisine seslenen biri vardı ve bu 17 yıldır duyduğu en güzel, en tatlı, en içten sesti. Sağına soluna bakındı, sesin ne taraftan geldiğini bulmaya çalıştı.

“Günaydın” dedi tekrar aynı ses.. Kavanozdan, karıncasından, Masum’undan geliyordu o ses…

Kulaklarına inanamadı, afalladı.  “Sen mi konuşuyorsun” diye sordu şaşkın şaşkın… “Evet” dedi karınca, “Yıllardır seni dinleyerek, konuşmayı öğrendim. Artık ben de sohbetine katılırım. Günlerimiz daha eğlenceli geçer” … İnanılır gibi değildi, mucizeydi, dualarına karşılık Allah’ın bir ikramıydı ona… Mutluluktan uçacaktı, süzülüp çıkacaktı gökyüzüne açılan penceresinden..

Artık, yüz yıl bile kalabilirdi burada; umurunda bile değildi mahpusluk…

Konuştular, dertleştiler, şarkılar söylediler… Masum’la günler, ışık hızıyla aktı. Ona dans etmeyi, taklit yapmayı, takla atmayı, şarkı söylemeyi öğretti…

Otuz yedinci yılıydı hapiste ki, bir akşam gardiyan her zamanki soğuk sesiyle:

“Af çıktı, infazın tamamlandı, hazırlan, yarın çıkıyorsun” deyip gürültüyle kapattı penceresini…

Hazırlanacak neyi vardı ki, küçücük bir bavulu ve karıncasından başka… Heyecanlandılar, sevinçle bağırıp çağırdılar, şarkılar söyleyip dans ettiler…

Ertesi gün çıktıklarında hapisten yapacaklarını planladılar… İlk işleri hapishane yokuşundaki çorbacıda, paça içmek olacaktı; ardından güzel bir hamam sefası… Heyecan ve mutluluktan sabaha kadar uyumadılar. Gün ağarırken demir kapı gürültüyle açıldı, iri yarı gardiyan göründü tüm ihtişamıyla… Bir iki evrak imzalatıp saldılar bizimkileri…

Hava sisliydi, soğuktu. Bir çırpıda yokuşu tırmanıp çorbacıya yöneldiler. İçeriye ağır bir yağ kokusu hâkimdi, kimsecikler yoktu.  Akşamdan kaldığı belliydi garsonun. Uykulu, üşenmiş bir hali vardı; iki tas paça istediğinde bile yadırgamadı adamı…

Çorbalar önlerindeydi ve 37 yıldır arzuladığı şeyi yapacaktı garip… Bir de karıncasını tanıtmak istiyordu herkese, konuşan dans eden maharetli karıncasını… Yirmi yıllık arkadaşını, can dostunu göstermeliydi cümle âleme…

Bir yandan çorbasını yudumlarken garsona seslendi. İlk ona gösterecekti masanın üstünde dans eden, komiklikler yapan karıncasını…

Garson salına salına geldi, yüzünde hoşnutsuzluğunu azami ölçüde belirten ifadeyle…

“Bak” dedi, karıncasını göstererek. Cümlesini tamamlamasına fırsat vermedi garson. Elindeki havluyu aniden savurdu karıncanın üzerine…

“Özür dilerim beyefendi, az önce temizlemiştim etrafı, nereden çıkıp geliyorlar anlamıyorum” diye söyleniyordu.

Masanın üzerinde uzanmış “Masum”una, sevgili karıncasına baktı hüzünle, boğazında kelimeler düğümlendi, yutkundu, öylece kala kaldı.

“Ama o benim dostumdu, konuşuyordu” diyebildi sessizce; arkasını dönüp giden garsona bakarak.

Yıkıldı, hüngür hüngür ağladı, geldiğine pişman oldu, çorbacıya; geldiğine pişman oldu dünyaya…

Oysa farkında bile değildi garson yaptığının. Karınca demek, pislik demekti sadece…

…..

Herkesin bir karıncası var.

O karınca ki, bizim için küçücük, önemsiz… O karınca ki, muhatabımız için karşılığı bir dünya… Dikkat etmeli. Fütursuzca savurmadan havlumuzu,  dinlemeli sonuna kadar herkesin, karınca hikâyesini…

içine gönderilmiş

Bir cevap yazın