BİLEYDİM…

gözyaşı2

14 yaşındaydı Esin. İncecik parmakları, kırıldı kırılacak kollarıyla zayıf uzun boylu bir ergendi yavrucak.. İri siyah gözlerinden okuyabilirdiniz acıklı yazgısını… Hep dalgın, hep soğuktu kâğıt beyazı benzi… Uzun ve siyahtı saçları. Düşkündü, iki omuzu üzerine saldığı saçlarına; parlak örgülerindeydi eli her zaman. Az konuşurdu, az gülerdi; vakur, gururlu bir yanı vardı her an sunduğu. Oysa mahcup, mütebessim bakışları ile sımsıcak bir enerji yayardı etrafına…

“O gün, daha fazla durgundu, dalgındı; gün boyu bir tek kelam etmedi”, diyordu sıra arkadaşı. En yakın arkadaşı olmasına rağmen çok az sırrını biliyordu Esin’in.

O gün, bir ara rehber öğretmenine gitti. Kapı aralıktı, göz göze geldiler, belli ki anlatacak bir şeyleri vardı Esinin. Öğretmeni, göz ucuyla “daha sonra görüşelim” mesajını göndermişti, misafiri vardı çünkü. Daha sonrası olmadı, uğramadı…

Ayşe öğretmenini çok severdi, annesinden çok… Bunu söylemişti bir kez kendisine. Onun yanındayken ne çok eğlendiğini, ne çok güvendiğini anlatmıştı ona… O gün, Ayşe öğretmenini buldu öğretmenler odasında. Telaşeliydi öğretmeni, gülümsemekle yetindi çok sevdiği öğrencisine. Ertesi gün, karne günüydü ve yetiştirmesi gereken çok işi vardı. Ancak, fark etmişti huzursuzluğunu Esin kızının; “yarın” dedi içinden…

O gün, merdivenlerde karşılaştı okul müdürüyle. Her zamankinden farklı selamlaştılar, bir şeyler söyleyecek gibiydi Esin. Bir şeyler haykıracak gibiydi. Müdürü fark etti, okulun en uyumlu, en mahzun öğrencisinin medet arayışını. Dakikalar süren nutuklarını bile dikkatle dinlerdi, onaylardı kafasıyla anlamışlığını… Dersleri çok iyi olmasa da,  kapasitesinin üstündeydi performansı. Kılık kıyafeti, disiplini ve davranışları nedeniyle çok defa örnek öğrenci olarak takdim etmiş, onore etmişti kendisini. O yüzden dinlemeliydi derdini. Durakladı, tekrar göz göze geldiler, aynı yakarışı gördü gözlerinde, “yarın görüşelim” dedi müdürü. Yoğundu gerçekten, malum yarın karne günüydü. Hızla merdivenleri adımlarken, Esin bir kez daha bakmıştı ardından o müşfik, babacan insanın… Birkaç öğretmeni, birkaç arkadaşı bu bakışları fark etmişte, bir şey sormamıştı yalnızca. Fırtına öncesi bir sessizlik vardı sanki ortalıkta…

Perşembe günleri, evde olmazdı annesi gün boyu. Babası, bir ilkokulda müdür yardımcısı olunca, yeni bir çevre edinmişti kendisine; sınıf atlamıştı sanki. Yeni arkadaş gurubuyla “gün” yapıyorlardı perşembeleri.  Saçını boyatmış, yeni kıyafetler almış, konuşması, tavırları değişmişti annesinin.  İletişimi iyice kopmuştu onunla; sürekli tartışır haldeydiler. En çok ta onu başkalarıyla kıyaslaması ağırına gidiyordu.

Evet, zayıftı dersleri, her zaman düşüktü notları; oysa elinden geleni yapıyordu Esin. Sabahlara kadar çalıştığı halde olmuyordu, olmuyordu…

Zaten ilgisizdi baba ve okuldaki işlerinin yoğunluğunu bahane ederek annesine yüklemişti çocuklarının sorumluluğunu; cahil ve düşüncesiz annesine…

Öğleden sonra okula gitmedi Esin; ilk defa yapıyordu bunu ve sormadı kimse nedenliğini… Evlerinin sokağında karşılaştığı komşusu, Melahat teyzesi de sormadı dalgın halini, okulda olmayışını…

…….

Biricik dostuna yöneldi Esin, en iyi sırdaşına. Ne zaman bu halleri olsa, anlatamasa derdini kimseciklere, ona sığınırdı. Öyle yaptı yine. İndirdi dolabından günlüğünü, yeni bir sayfa açtı, tarihini attı. “Sevgili günlüğüm” diyerek başladı. “Bu gün canım çok sıkkın, çünkü…” yazdı, devam etmedi…

Kapattı günlüğünü, yatağına girdi, uzun uzun, sessiz sessiz ağladı…

Annesinin bu sabahki son sözleri yankılanıyordu beyninde:

“Beni de babanı da mahcup etmeye hakkın yok. Yarın eğer, tek bir zayıf olursa karnende, saçlarını dibinden keseceğim bilesin. …” O canı kadar sevdiği, her gün dakikalarca tarayıp ilmek ilmek ördüğü saçlarını…

Sonra birden babasının silahı geldi aklına, yatakların arkasında bir kez gördüğü ruhsatsız tabancası…

Neden sonra, tek bir el silah sesi duyuldu belli belirsiz, mahallenin en son evinden. Sorgulamadı kimse, yadırgamadı ne’liğini…

Hava kararmıştı döndüğünde anne. Önce kesif bir barut kokusu karşıladı onu. Sonra, en son azarlayarak gönderdiği biricik kızının cansız bedeni…

Bağırdı, bağıramadı, ağladı, ağlayamadı… Öylece dakikalarca bakakaldı biricik kızına, incecik avucundaki silaha… Komşular koşuşup geldiğinde, anneyi sarılı buldular kızına… Bir gazete kâğıdı vardı yanlarında, üzerinde bir makas, “artık, hiç mahcup olmayacaksınız” yazılı bir defter sayfası ve kökünden kesili, iki uzun, örgülü simsiyah saç…

“Bileydim, ah bileydim” diye mırıldanıyordu anne…

O gün karne günüydü ve kara haber ulaştı sabahın kör saatinde…

Yıkıldı rehber öğretmen,  “bileydim…” diyebildi…

Ayşe öğretmenin hıçkırıkları düğümlendi içerisinde, “bileydim” diyordu “ah bileydim”…

En yakın arkadaşı, öğretmenleri “bileydik..”diyordu…

Müdürü, sevgili müdürü, dövünüyordu on dakika zaman ayıramadığına, zamana en çok ihtiyacı olana…

Nefret etti, “keşke”lerden, “bileydim”lerden…

içine gönderilmiş

Bir cevap yazın